Hz Muhammed’e saygı gösterir, adının geçtiği her zaman kudretinden söz ederdi…
Köşk’ün penceresinden dışarıyı izliyordu. Geçmişe daldı. Nuri (Conker) Bey’in yazdığı ‘Zabit ve Kumandan’ adındaki kitabına karşılık kendisi de 1914 yılında ‘Zabit ve Kumandan ile Hasbıhal’ adlı askeri içerikli bir kitap kaleme almıştı. Kitabın bir yerinde Hz. Muhammed’e gönderme yaptığı aklına geldi:
“…İşte böyle bir esaretin kurbanı olan alay komutanının adına heykel dikmeye Cenab-ı Peygamber de razı ve ümmeti tarafından Helyestevillezineya’lemunev’ellezine la ya’lemun (Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?) mazmununa (ince söz, nükteli söz) fiili bir iman göstermiş olmasından ruhen mahzuz (hoşlanmış) olurdu.”
Akşam sofra kurulduğunda, İsmet (İnönü) Paşa ile sohbet ederken sözü dine ve Hazreti Muhammed’e getirdi. Heyecanla konuşmaya başladı:
“Hz. Muhammed’i bana, cezbeye tutulmuş sönük bir derviş gibi tanıttırmak gayretine kapılan bu gibi cahil adamlar, onun yüksek şahsiyetini ve başarılarını asla kavrayamamışlardır. Anlamaktan da çok uzak görünüyorlar. Allah sevgisine tutulmuş bir derviş, Uhud muharebesinde en büyük bir komutanın yapabileceği bir plânı nasıl düşünür ve tatbik edebilir?”
Önündeki kâğıda Uhud Savaşı’nın plânını çizdi, İsmet Paşa’ya uzattı. Her iki tarafın kuvvet ve durumlarını, alınan tedbirleri, savaştan önceki ve sonraki durumları en açık biçimde izah etti ve “O zaman orada siz komutan olsaydınız, bundan başka mı hareket ederdiniz?” diye sordu, ekledi:
“O, Allah’ın birinci ve en büyük kuludur. Onun izinde bugün milyonlarca insan yürüyor. Benim, senin adın silinir, fakat sonsuza kadar O, ölümsüzdür.”
İsmet Paşa başını sallayarak söylediklerini tasdik etti. Gazi yanlarında bulunan Şemsettin (Günaltay) Bey’e gözlerini çevirerek konuştu:
“Tarih, hakikatleri tahrif eden bir sanat değil, belirten bir ilim olmalıdır. Bu küçük harpte bile askerî dehası kadar siyasî görüşüyle de yükselen bir insandı. Cezbeli bir derviş gibi tasvire yeltenen cahil serseriler, bizim tarih mesaimize kalamazlar. Hz. Muhammed, bu harp sonunda çevresindekilerin direnmelerini yenerek ve kendisinin yaralı olmasına bakmayarak, galip düşmanı takibe kalkışmamış olsaydı, bugün yeryüzünde Müslümanlık diye bir varlık görülemezdi.”
“…BENİM KUDRET VE NÜFUZUMU KISKANIYOR MUSUN?”
Çok partili hayata geçilmıştı. Serbest Cumhuriyet Fırkası belediye seçimlerine hazırlanıyordu. 1930 yılının yaz sonlarıydı…
Sofra kurulduğunda Nuri Bey her yerde aranıldığı halde buldurulamamıştı. Gece saat ikiye doğru geldi. Atatürk, fazlaca neşeliydi. Nuri Bey nihayet geldi sofraya katıldı. Atatürk, “Geç gelir sohbete ekâbir!” diye şaka yollu takıldı.
Nuri Bey hazır cevaptı:
“Kul büyük olamaz. Adamdan adama fark var. Kul kelimesi hoşunuza gitmiyor, büyüklüğü de kimseye vermek istemiyorsunuz,” demesi üzerine Atatürk hiddetlenir gibi oldu.
“Ne demek istiyorsunuz Nuri Bey? Benim kudret ve nüfuzumu kıskanıyor musunuz yoksa? Rakip mi çıkmak istiyorsun? Ne hakla ve ne liyakatle!.. Sen bir kumanda mevkiinde her türlü araçlara sahip olduğun halde, âciz göstermedin mi?” deyince bu kez Nuri Bey’in gözleri parladı. Komutanlık konularında alay edilmesinden hoşlanmazdı. Bir elini masaya dayadı:
“Ben büyüklük taslamıyorum, ancak Paşa Hazretleri’nin de malumudur. Mutlakıyet devrinde haşmet ve şan içinde yaşayan nüfuz ve kudretine ve zor ve gazabına son olmayan baskıcı padişahın bile gururunu taşırmamak için Cuma selamlığında tellallar bulundurulur ve: ‘Mağrur olma padişahım senden büyük Allah var,’diye bağırırlardı,” dedi.
Susmayı tercih etti. Duyduğu sözleri takdir ettiğini gülümsemesiyle ortaya koydu.
“…ZATEN ORAYA YAKIŞMADIĞIN BELLİYDİ!..”
O aralar Atatürk’ün ömür boyu cumhurbaşkanlığı tartışmaları da gündemdeydi…
Dostlarıyla sofra sohbetine başladığında en son kalkan olurdu. Herkese bir enerji ve kuvvet örneği olurdu. Sofradan kalktı hava almak için terasa çıktı. O sırada Nuri Bey yerinden kalkarak, onun koltuğuna kuruldu ve aynı tavır, hareket, hatta sesle taklit yapmaya hatta sofradakilere sorular sormaya başladı. Tam da herkesi gülümsetirken Atatürk salona girdi. Nuri Bey sandalyeden toparlanıp kalkacak olurken, “ Otur… Kıpırdama… Devam et!” dedi.
Nuri Bey de, devam etti. Bir müddet, gülümseyerek, kendisini seyreden Atatürk, nihayet dayanamadı ve tarif edilemez bir samimi hareketle ve kırmayan bir tavırla:
“ Sen oradan kalk!..” dedi. “Zaten oraya yakışmadığın belliydi!..”
Başka birinin böyle bir sözü, belki sofranın havasını bulandırabilirdi, fakat onun öyle bir söyleyişi vardı ki sofra büsbütün neşelendi.
Nuri Bey çocukluk, okul, cephe arkadaşıydı. En çok onu severdi…
Sohbet devam etti. Bir ara, “Nuri! Ben artık yoruldum, Cumhurreisliğinden çekileceğim. Yerime de seni aday göstereceğim.” deyince Nuri Bey anında yanıt verdi:
– Olur a! Neden olmasın?
– Demek, kabul ediyorsun?
– Sen öyle arzu ettikten sonra?
– Âlâ! Şimdi söyle bakalım: İlk iş olarak ne yaparsın?
– Seni memleketten dışarı sürerim.
– Amma ettin ha! İyiliğe böyle mi mukabele edilir?
– Edilmez, edilmez amma, sen bu memlekette kaldıkça bana kim metelik verir?
Serbest Cumhuriyet Fırkası Başbakan İsmet İnönü’yü yıpratıyordu. Partinin olaylı İzmir miting de üstüne tuz biber olmuştu. Atatürk İsmet Beyin yorulduğunun farkındaydı.
21 Eylül 1937
Atatürk, İsmet Paşa’nın dinlenme isteği üzerine Ekonomi Bakanı Celal Bayar’a bir mektup yazdı:
“Başbakan Malatya Mebusu İsmet İnönü, şiddetli sürmenaj [fazla çalışmanın sebep olduğu yorgunluk] neticesi olarak mutlak istirahat şeklinde izne ihtiyaç hissetmekte olduğundan bahisle tedavisini bitirebilmek üzere bir buçuk ay müddetle izin istemiş ve isteği uygun bulunarak Başbakanlık Vekâleti’ne sizin atanmanız uygun görülmüştür. Durum Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na ve kendisine bildirilmiştir.”
25 Eylül 1930
Söylentiler ayyuka çıktı. Kimileri İnönü’nün istifasının yersiz olduğunu Atatürk’ün kendisine haksızlık ettiğini konuşuluyordu. Kendisine ömür boyu cumhurbaşkanlığı teklifi söylentilerinden rahatsızlık duymuştu. Gazetecilere demeç verdi:
“Bana öteden beri bu ve buna benzer tekliflerde bulunanlar çok olmuştur. Siz ve kamuoyu bilmelisiniz ki bu yoldaki teklifler hoşuma gitmemiştir ve gitmez. Benim gayem Türkiye’de, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde millet egemenliğini takviye etmek ve ebedileştirmektir. Dediğiniz gibi bir teklifi, benim idealimi cidden rencide eden bir mânada telâkki ederim. Bu noktada şu veya bu tefsirlere giden sözlerin mânasını, beni iyi tanımış olan Türk milleti benden daha iyi takdir eder.”
Kaynak:
Mustafa Kemal Atatürk, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal,
Yaşar Gürsoy, Anne O Bizden Biri
Şemsettin Günaltay, Ülkü Dergisi, Cilt : 9, Sayı: 100,
Ali Rıza Ünal, Atatürk Hakkındaki Anılarım,
Kemal Arıburnu, Atatürk, Anekdot-Anılar,
Asaf İlbay, “Atatürk’ün Hususi Hayatı”,
Hüsrev Gerede, “İnkılapçı Atatürk”,